20 Ağustos 2011 Cumartesi

Karanlığın Sol Eli

Özgün adı: The Left Hand of Darkness
Alıntı: 
... 
Beren Thanern. Şansımız yok. Daha batıya gitmemiz gerekiyor. Gün boyu zifiri karanlıktı. Ciğerlerimiz de çok kötü ama soğuktan değil (batıdan esen bu rüzgar sayesinde gece bile sıcaklık sıfırın çok altına düşmüyor), yanardağın püskürttüğü kül ve dumanı solumaktan. Sıkışmış bloklar ve buz tepeleri ile boğuşup, tekrar tekrar deneyip bir adım bile gidemediğimiz, boşu boşuna çabalamakla geçen bu ikinci günün sonunda Ai bitkin ve öfkeliydi. Ağlayacak gibi duruyordu ama ağlamadı. Sanırım ağlamanın kötü ya da utanılacak bir şey olduğunu düşünüyor. Kaçışımızın ilk günlerinde, çok hasta ve zayıf olduğu zaman bile ağlarken yüznü saklıyordu. Kişisel nedenler ya da ırksal, toplumsal, cinsel, her neyse; Ai'nin neden ağlamaması gerekiyor, bunu nereden bilebilirim? Oysa adı da bir acı haykırışı. Bunun için hemen dikkatimi çekmişti Erhenrang'da, çok zaman önceymiş gibi geliyor şimdi; "bir Yabancı"dan bahsedildiğini duyunca adını sormuş ve gecenin ortasında bir insan gırtlağından çıkan acı haykırışı duymuştum cevap olarak. Şu anda uyuyor. Kolları titreyip çekiliyor, kas yorgunluğu. Bizi çevreleyen dünya, buz ve kaya, kül ve kar, ateş ve karanlık; titriyor, sarsılıyor ve çekiliyor. Biraz önce dışarı baktığımda yanardağın, karanlığın üzerine asılı bulutların göbeğinde kıpkırmızı parladığını gördüm... 
 
Bilimkurgu türünde olan bu roman dünyamıza çok benzeyen Kış adlı bir gezegende geçer. Kış'ta, adından da anlaşılacağı üzere yılın en sıcak zamanlarında bile yarı-kutup iklimi yaşanır. Ama asıl farklılık iklim değil gezegen sakinlerinin çift cinsiyetli oluşudur. Herkes, yılın belirli dönemlerinde o anki hormonal durumlarına göre erkek ya da kadın olabilmektedirler. Yani o kadar ilginç ki, birkaç çocuk doğurmuş bir anne daha sonra başka çocukların babası olabilmektedir.


Bu düşünce ilk başta çok garip (bilimkurgu romanından beklenecek şekilde), itici ve belki de iğrenç görünse de bu tipteki varlıkların yaşadığı toplumsal hayatı göz önünde bulundurduğumuzda insanı düşünmeye yönlendiriyor. Belki de biz konuyu ilk olarak cinsellik açısından değerlendiriyoruz. Ama çift cinsiyetlilik yalnızca bu bakımdan farklılık yaratmıyor. Bizim yaşadığımız dünyanın aksine, burada insanlık güçlü ve zayıf, koruyucu/korunan, hükmeden/hükmedilen, sahip olan/sahip olunan, aktif/pasif diye ikiye bölünmüyor. Burada insan düşünüşünü belirleyen düalizm eğilimi tümüyle azalmış ya da değişmiş durumda.


Konunun güzelliğinin yanında bu yaşayış farklılıklarını görebilmek, çıkarımlar yapabilmek yalnızca gezegendeki yaşamın anlatılması ile okura bırakılmamış. Zaten bu biraz sıkıcı da olurdu. Bunun yerine roman çoğunluka (alıntı yapılan bölüm çift cinsiyetli birinin günlüğünden), gezegene uzaydan gelen bir erkek elçi gözünden anlatılıyor. Böyle olunca, kişilerin davranışları yorumlanırken o cinsiyet ayrımının nasıl uygunsuz kaçtığını daha rahat fark edebiliyor okuyucu. Bizim toplumumuzda karşılığı olan ve yaşama ait birçok parça, şekil farklılığından ötürü uydurmaya çalıştığımız deliklere girememekte ve bu da bu tarz bir toplumun yaşayış şeklini kavramaya çalışırken belirli ön yargılardan uzaklaşmamış gerektiğine işaret etmektedir.

Kısacası, Bilimkurgu türünün en önemli iki ödülü olan Hugo ve Nebula'yı da kazanarak türünün klasikleri arasına giren "Karanlığın Sol Eli" hem konu, hem anlatım ve hem de okuyucuya kattığı bu önyargısız, dualizm içermeyen düşünce tarzı açısında kesinlikle okunması gereken bir kitap.

23 Nisan 2011 Cumartesi

Siddharta


Özgün adı: Siddharta, Eine indische Dichtung
Yazar: Herman Hesse
Alıntı: 
... 
Siddharta pek çok şey öğrendi Samanaların yanında, kendisini Ben'den uzaklaştıran pek çok yolu yürümesini öğrendi. Acılara katlanarak, gönüllü ıstırap, açlık, susuzluk ve yorgunluk çekip bunları yenerek nefsini öldürme yolunda yürüdü. Bu yollarda ve daha başkalarında yürümesini öğrendi, kendi Ben'ini terk etti binlerce kez, saatler ve günlerce Ben'sizlikte yaşadı. Ama yollar kendisini ne kadar Ben'den uzaklara alıp götürse de, bir yerde durup ileri geçmiyor, onu yine alıp Ben'e getiriyordu. İsterse Siddharta binlerce kez Ben'den kaçıp gitsin, hiçlikte yaşasın, hayvanda, taşta kalsın bir süre, sonunda yine Ben'e dönüşün elinden kurtulamıyor, vakti gelince yine kendini bulmaktan kaçammıyordu, güneş ışığında ya da mehtapta, gölgede ya da yağmurda yeniden Ben oluyor, Siddharta oluyor ve zorunlu çevrimin sıkıntısını duyuyordu yine... 
 
"Bu kitapta tüm dinlerde, insanların benimsediği tüm inanış biçimlerinde ortak olan yanı, tüm ulusal ayrımları aşan, tüm ırkların, tüm bireylerin benimseyebileceği şeyi yakalamaya çalıştım." 1946 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Alman yazar Herman Hesse, başyapıtı olan Siddharta için bu sözleri söylemiş. Gerçekten de, Budizm inancından simgelerin olduğu bu romanda Budizm de dahil hiçbir dine dair bir öğreti, bir yönlendirme ya da bir eleştiri bulunmamaktadır. Daha çok doğu gizemciliğini yücelten bu kitap, 1960'lı yıllarda canlanan Budizm akımının da etkisiyle çeşitli kuşaklar boyunca neredeyse bir kutsal kitap gibi okunmuş.

Siddharta isimli bir gencin benliğindeki arayışı üzerinden ilerleyen kitabın ilk bölümü şiirsel bir anlatıma sahip. Bunda yazarın hayat öyküsünün büyük etkisi var. Hesse, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında Alman militarizminin karşısında olmuş ve protesto için yerleştiği İsviçre'de hem Nazilerin hem de antifaşistlerin ağır eleştirilerine maruz kalmıştır. Savaş esirlerine yardım konusundaki ağır çabalarına sorunlu aile yaşamı da eklenince sonunda psikanaliz tedavisi görmesini gerektirecek ağır bir bunalım dönemine girmiştir. Tüm bu başından geçenlerin ardından ise insancılığı, barışseverliği ve insan yaşamını irdeleyen zengin bir şiirsel iç dünyaya sahip olmuş. Siddharta'nın, ailesinin yanında geçirdiği dönemi anlatırken kullanılan bu şiirsel anlatım kitabın sayfalarını çevirdikçe ise daha düz bir anlatıma dönüşüyor.

Romanın baş kahramanı Siddharta, soylu bir ailenin geleceği parlak bir ferdidir. En yakın arkadaşı Govinda ile beraber her türlü öğretiyi çabucak öğrenmekte ve ileride büyük bir bilge olacağına herkes tarafından inanılmaktadır. Fakat tüm bu meditasyonlar, öğretiler aslında Siddharta'nın içinde bitmek bilmez bir açlığa sebep olmakta, Siddharta'nın arayışını arttırmaktadır. Günün birinde, artık bu açlık dayanılmaz bir hale geldiğinde, babasının tüm ısrarlarına karşın Siddharta, Govinda ile beraber başıboş, aç ve susuz gezen Samanalar'a katılmaya verirler. Daha sonra Siddharta Samanaların yanında, alıntıda da yazdığı gibi  Ben'liğinden uzaklaşmayı öğrenmiştir ama bunu hiç sonuna kadar götürememektedir. Ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın sonunda hep tekrar Siddharta olmaktadır. İçindeki bu huzursuzluk devam ederken Gotama(Buddha) adında bir aydının bilgeliği hakkında yayılan haberleri duyarlar ve onun öğretisinden faydalanmak için onun yanına giderler. Verdiği vaazlar ikisini de derinden etkilemiştir. Fakat Siddharta'ya göre Gotama'nın öğretisinde de bir eksiklik vardır. İşte bu noktada da Govinda ile yolları ayrılır. Govinda, Gotama'nın yanında kalıp onun öğretisinin peşinden gitmek isteyecek Siddharta ise arayışına kendisi devam edecektir. Çünkü ona göre ulaşmaya çalıştıkları Atman yani gerçek ben'in yolu bir başkasının öğretisinden geçmemekte bilakis kendi içinde bulunmaktadır.

Bu noktadan sonra Siddharta'nın yolcuğu, biraz da Paul Auster'in romanlarındaki gibi önceki yaşamından tamamiyle farklı bir yol izler. Bir kadınla tanışır, bir ticaret işine girer dünyevi zevklere dalar. Biraz olsun arayışını bekletir, duraklatır. Bir müddet böyle yaşadıktan sonra ise yine içindeki huzursuzluğa dayanamayıp yollara düşen Siddharta son durağı olan bilge kayıkçı ile tanışır. Bu kayıkçı dere kenarında çok mütevazi bir kulübede yaşayan, tüm gün arada sırada gelen yolcuları derenin bir kenarından diğerine taşıyan ama bir yandan da Siddharta'nın arayıp da bulamadığı huzuru çoktan bulmuş olan bir kişidir. Siddharta da bu kişinin yanında kalır ve sonunda o da ömrü boyunca aradığı aydınlanmaya ulaşır.

Herman Hesse'nin bu kitabını okurken Siddharta ile birlikte siz de kendi yaşamınızı ve benliğinizi sorgulayacak,   hayatınızda sizi huzura götürecek yolların değerini daha iyi anlayacaksınız. Bu başyapıtı kesinlikle tavsiye ediyorum.

31 Ocak 2011 Pazartesi

Sineklerin Tanrısı


Özgün adı: The Lord of the Flies
Alıntı: 
... 
Simon, ıslak saçlarının ağırlığını hissederek yukarıya doğru baktı, gökyüzünü seyretti. Gökyüzünde ilk kez bulut vardı. Kül rengi, krema rengi, bakır rengi bulutlar, kabaran kocaman kuleler gibi adanın üstünde yayılıyordu. Bulutlar, toprağın üstüne çöküp oturmuştu sanki. Bu boğucu, bu işkence edici sıcaklığı, bulutlar yaratmaktaydı her an. Müstehcen başın sırıtıp kanadığı yerden kelebekler bile kaçıp gittiler. Simon, gözlerini dikkatle kapadı, yere baktı, sonra görmemek için gözlerini eliyle korudu. Ağaçların altında gölge yoktu; inci renginde bir durgunluk her bir yanı kaplamıştı. Öyle ki, gerçek bilinen şeyler, anlatılması olanaksız bir hayale dönüştü. Bağırsaklar, testereler gibi vınlayan sineklerle örtülü, kara bir yığın olmuştu. Bir süre sonra bu sinekler, Simon'ı buldular. Tıka basa yiyip doydukları için, onun derecikler gibi akan terine kondular, içtiler. Burun deliklerini gıdıkladılar, bacaklarının üstünde birdirbir oynadılar. Sinekler yarı karaydılar, yarı ışıldayan yeşil ve sayısızdılar. Simon'ın önünde, değneğe takılı duran Sineklerin Tanrısı, sırıtıyordu. Sonunda Simon dayanamadı; başını kaldırıp, Sineklerin Tanrısı'na baktı. Beyaz dişleri gördü, donuk gözleri gördü, kanı gördü. Simon'ın gözleri, o çok eski, o yadsınmaz bilgiyi kabul etti. Simon'ın sağ şakağında bir damar, beynini dövercesine zonklamaya başladı.
...
 
İngiltere doğumlu William Golding, tutmayan bir şiir kitabının ardından, "Şiir yazamadığım için düzyazı yazıyorum" da diyerekten, 1954'te yayımlamış bu romanını. Aslında Sineklerin Tanrısı'na roman demek yerine fazlasıyla simgesel anlam içeren bir öykü demek daha doğru olacaktır. Çünkü bu kitap ilk bakışta, R.M. Ballantyne'ın yazdığı ünlü çocuk kitabı Mercan Adası'nın modern bir versiyonu sanılabilir. Öykünün kahramanı olan çocukların bir adada mahsur kalması ve hatta iki ana karakterin isminin de Mercan Adası öyküsündekiyle aynı olması okuyucuyu bu yanılgıya itebiliyor. Fakat başlarda görülen bu benzerlikler ilerledikçe yavaş yavaş azalacak ve sonunda tamamiyle kaybolacaktır.

Mercan Adası'nda, adada kalan üç genç, Büyük Britanya uygarlığının küçük ama çok başarılı bir örneğini kurabilirken, yaşları 6 ile 12 arasında değişen çocuklar, Sineklerin Tanrısı'nda, bulundukları bu adayı cehenneme çevireceklerdir. Bu farkın en temel nedenlerinden biri William Golding'in İkinci Dünya Savaşı sırasında yıllarca çarpışan insanların birbirlerine nasıl acımasızca kıydıklarını kendi gözleriyle görüp, birçok umudunu yitirdikten sonra bu kitabı yazmasıdır. Golding, dış dünyada yaşanan iyilik ve kötülük arasındaki bu savaşın aslında en önce insanların kendi içinde olduğunu vurgular ve bunun en küçük yaşlarda bile var olduğunu savunarak, çocukların melekler kadar iyilekle dolu olduğu inanışına karşı çıkar. Yaptığım alıntıda Simon karakterinin farkına vardığı şey de çocukların adada korktukları canavar gibi hayal ürünü kötülüklerin aslında var olmadığı, olan her şeyin kendi içlerinden kaynaklandığıdır.

Doğuştan liderlik vasıflarına sahip olan ve bir süre sonra karşı karşıya gelen Ralph ve Jack karakterlerinden Ralph eşitliğe ve anlaşmaya önem verirken, Jack faşistlere özgü bir zorbalık göstermektedir. Bunların yanında ermiş denecek bir iyiliğe sahip Simon ve kötülüğün simgesi haline gelen Roger isimli çocuklar da romanda uç kişilikleri temsil eder. Bir de ismi öğrenilemeyen Domuzcuk karakteri vardır ki, o da aklın ve sağduyunun simgesidir. Hikaye boyunca da, bu çocukların kişilikleri kadar yaşanan olaylar da gerçek hayatta meydana gelen bir çok durumla örtüşmektedir.

1983 yılında Nobel Edebiyat ödülü alan bu romanın iki de sinema uyarlaması var. Bunlardan 1963 yılında Peter Brook tarafından çekilen versiyonu da çok beğenilmiş. Ülkemizde Mina Urgan'ın çevirisi ile satılan bu kitabın sonunda ünlü yazarımızın kitap hakkındaki Son Söz bölümü de kitabı sindirmek açısından çok faydalı. Kendisi bu bölümde hem öykünün kısa bir özetini sunmuş hem de simgesel anlamların birçoğuna değinmiş, açıklamış. 

Keyifle okunacak kitap. Tavsiye ederim.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Histeri


Özgün adı: What the Dead Know
Alıntı: 
... 
Telefon sabah 6:30'da çaldı ve Dave ahizeyi hiç düşünmeden kaldırdı. Zaten biliyordu. Daha geçen hafta her yıl gelen bu telefonu beklediği için Security Boulevard'daki Wilson's mağazasından PhoneMate telesekreterli telefon almıştı. Güya bu mağazada fiyatlar daha düşüktü ama Dave bundan emin değildi çünkü diğer mağazalarla fiyatları kıyaslayacak kadar sabrı yoktu. Yine de, kendisi de daha küçük ölçekte de olsa bir perakendeci olduğu için mağaza minimum sayıda tezgahtarla ve mal stoku yapmadan genel giderleri nasıl azaltıyordu merak ediyordu. Alışveriş yapanlar istedikleri ürünün kodunu not ediyor ve ürünü almak için bir kuyrukta, parasını ödemek içinse ayrı bir kuyrukta bekliyorlardı. Belki de işin sırrı böyle zahmetli bir sistemin insanların sıkı bir pazarlık yaptıklarına inanmalarını sağlamasıydı. O kadar sırada beklemek - bir şekilde karşılığını alıyor olmalıydılar, değil mi? Sovyetler tuvalet kağıdı için sıraya giriyordu, Amerikalılar da PhoneMate'ler ve dişe su püskürten Waterpik'ler ve on dört karat altın kolyeler için sıraya giriyordu.
...
 
Amerikalı polisiye yazarı Laura Lippman bu romanı 2007 yılında yazmış. Öykü, baş kahramanın bir trafik kazası sonucu kimlik sorgulamasında otuz yıl önce ortadan kaybolmuş iki kız kardeşten biri olduğunu iddia etmesiyle başlıyor. En son bir alışveriş merkezine gittikten sonra arkalarında hiçbir iz bırakmadan yok olan bu kızlar yıllar boyunca tüm aramalara rağmen bulunamadığından, bu iddia polisler üzerinde büyük bir etki yaratıyor. Ama bir yandan da kadının yalancı olduğunu düşünenler de var çünkü elinde hiçbir kanıt bulunmuyor. Bu noktadan sonra hikaye iki ayrı koldan anlatılmaya başlanıyor. Bir tarafta, yani günümüzde, olayı üzerine alan ama artık emekli olmuş dedektif ve kaybolan kızların annesi işin içine giriyor ve ortadaki sır çözülmeye çalışılıyor. Bu romanın polisiye kısmı. Diğer taraftan ise, bölüm bölüm, kızlar kaybolmadan önce ve kaybolduktan hemen sonraki dönemi kapsayacak şekilde aile bireylerinin yaşamları ve birbirleriyle ilişkileri anlatılıyor. Bu bölümlerde de romana duygusal yoğunluk katılmaya çalışılmış.

Yazar Laura Lippman, 11 serilik Tess Monaghan kitaplarının arasında, konu olarak serinin dışında görülen bu kitabı yazmış fakat belki de bu kitabı da o seriye eklemek gerek. Çünkü Histeri romanının neredeyse tamamı Amerika - Baltimore'da geçerken Tess Monaghan polisiye serisinin başkahramı da Baltimore'da yaşayan bir araştırmacı-gazeteci ki aslında Laura Lippman da gerçek hayatta Baltimore'da gazetecilik yapıyor. Bu derece yerel bir yazar olması da Amerika ya da belki de Baltimore dışında yaşayan insanlar için romanı biraz sıkıcı yapıyor. Çünkü Lippman, pek tasvirlere başvurmamış, bunun yerine zaten oraları bilen bir kitleye seslendiğini düşünmüş olmalı. Birey tasvirleri açısından da zayıf bir roman diyebilirim. Bir düşünce anlatılırken birden konu çok farklı ve bazen de alakasız taraflara dallanabiliyor. Roman için söyleyebileceğim tek güzel şey sonunda ortaya çıkan gerçeğin çok tahmin edilebilir bir sonuç olmaması.

Yazarın serilerini takip eden biri için iyi bir roman olabilir ama bana göre konu açısından da anlatım açısından da pek Amerika dışına hitap edebilecek bir kitap değil.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Görünmeyen

Özgün adı: Invisible
Yazar: Paul Auster
Alıntı: 
... 
Evet, tastamam öylesin: Hiç çekilmezsin. Bu söz ablanın ağzından çıktığı anda, yaptığın soğuk şakaya pişman oluyorsun ve bütün gece, hatta ertesi günün büyük bölümünde o kelime bir lanet gibi, kim ve ne olduğunun acımasız hükmü gibi aklından çıkmıyor. Evet, çekilmezsin. Sen de yaşamın da çekilmezsiniz, bu umutsuzluğa, bu kendine lanet okuma noktasına nasıl geldiğini merak ediyorsun. Bu hale gelmenin tek sorumlusu Born mu? Bir anlık cesaretsizlik, gelecekten umudunu kesecek kadar kendine güvenini sarsabilir mi? Daha birkaç ay önce parlak zekânla dünyayı tutuşturmaya niyetleniyordun, oysa şimdi kendini aptal ve yetersiz buluyorsun; iğrenç bir işin kapanına kısılmış, budala bir mastürbasyon makinesi gibi görüyorsun. Gwyn olmasa hastanaye yatmayı bile düşünebilirsin. Konuşabilidiğin, sana canlı olduğunu hissettiren tek insan Gwyn. Ne var ki, yeniden birlikte olduğunuzz çok sevinsen de, kendi dertlerinle kıza yüklenmemen gerektiğini, onun senin göğsünü yararak kırık kalbini onaracak bir operatöre dönüşeceğini beklememen gerektiğini biliyorsun. Kendi derdine kendin çare bulmalısın. İçinde bir şeyler kırılmışsa, o parçaları kendi ellerinle toplayıp onarman gerek.
...
 

Paul Auster'in Görünmeyen isimli romanı dünya eleştirmenlerinin değerlendirmesinde yılın en iyi kitapları arasına alınmış ve hatta yazarın en önemli romanı olarak da tanımlanmış. Gerçekten ben de okurken çok keyif aldım ve neredeyse bir solukta okudum. Bu kitaptan önce Auster'den sadece "Karanlıktaki Adam" ve "Ay Sarayı"nı okumuştum ve "Yazarın en önemli romanı" görüşüne bu 3 kitaplık dar pencereden baktığımda ben de katılıyorum. Çünkü bana konu ve anlatım açısından daha etkileyici geldi.


1967 baharında başlayan ve antimilitarist-özgürlükçü 68 kuşağının etkileri görülen romanda alışık olduğumuz Asuter karakterleri ve yazın tipine bu kitapta da rastlıyoruz. Yalnızlık çeken ve edebiyatla ilgilenen bir başkarakter, olayların New York'ta da geçmesi ve kurgu derinliği ne ölçüde olursa olsun kullanılan sade dil. Diğer kitaplardan ayrılan bölüm ise romanın konusunun yanında kullanılan anlatım biçimi. Önce ana karakterin ağzından anlatılmaya başlanıyor olaylar, ardından yine aynı karakterin yazdığı bir kitabın taslağını bir arkadaşının okuması şeklinde devam ediyor. Taslak da üç bölüme ayrılmış ve her bölümde yazar farklı bir anlatıcı tekniği kullanmış. İlkinde birinci ağızdan, ikincisinde kendine seslenerek ve üçüncüsünde ise üçüncü tekil şahıs ağzı kullanılmış. Kitabın sonu ise tamamiyle başka bir karakterin günlüğü ile getirilmiş. Bu anlatım, kitabı okumayanlar için karışık görünebilir. Ama başta da dediğim gibi, Auster'in sade dili sayesinde kitabın hiç bir yerinde kaybolmuyorsunuz. Kitabın sonu geldiğindeyse, neyin gerçek neyin hayal ürünü olduğu anlamak ya da kabullenmek okuyucuya bırakılmış. Kitap sürükleyici olduğundan bir anda bittiyor ve o noktada hala bazı olayların gerçekliği kanıtlanmamış bir halde kalıyor. Bu da yine Auster'de alışık olduğumuz bir özellik.


Kesinlikle okumanızı önerdiğim bu harika kitap için son olarak bir konudan bahsetmek istiyorum. Ülkemizde Can Yayınları tarafından satılan basımın arka kapağında yazılanlara bakıldığında okuyucuyu yanlış noktalara yönlendiren bir özet kullanılmış. Başka okurlarda da aynı etkinin yaratıldığını gördüğümde haksız olmadığımı anladım. O özet yüzünden kitabın büyük bölümünü, arkada yazan konuları aramakla ve merak etmekle geçirdim. Bu nedenle tavsiyem kitabı, arka kapağını okumadan okumaya başlamanız. Böylelikle sayfalarda ilerlerken sürekli olacakları tahmin etmeye çalışmazsınız.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Beyoğlu Rapsodisi

Yazar: Ahmet ÜMİT
Alıntı: 
...
O sabah Yenibosna'daki fabrikaya uğramış, yaz için hazırladığımız keten ürünler hakkında tasarımcılarla küçük bir toplantı yapmıştım. Beyoğlu'na geldiğimizde vakit çoktan öğleyi bulmuştu. Şoförüm Orhan'a bizim Volvo'yu otoparka bırakmadan önce beni Tarlabaşı'nda, Sakız Ağacı Caddesi'nin Beyoğlu girişinde indirmesini söyledim. Beyoğlu'nun her caddesi, her sokağı, her çıkmazı, her geçidi ayrı bir maceradır; yine de bu caddeyi daha çok sever, daha ilginç bulurum. Sağ tarafında Katolik Ermenilerin Surp Asdvadzadzin Kilisesi, az ileride travestilerin çalıştığı randevuevlerinin bulunduğu bir sokak, ortalarda Sinepop Sineması'nın çıkışı, caddenin sona erdiği yerde ise cuma namazlarında cemaatin yollara taştığı tarihî Hüseyin Ağa Cami yer alır. Bunlara ayakkabıcılar, saatçiler, ucuz giysi satan mağazalar, kafeler, garibanların kaldığı bir otel ve Ağa Cami'nin tarihî çeşmesinin karşısında yere açtığı tezgâhında kitap satan yoksul bir sahaf ile meşhur Hacı Abdullah Lokantası'nı da ekleyince Beyoğlu'nun özelliklerini taşıyan bir caddeyle karşılaşırsınız. Gündüzleri esnafın işiyle gücüyle uğraştığı bu cadde, geceyarısı olup da saat biri devirdi mi, farklı bir kimliğe bürünür. Barlarda, meyhanelerde, birahanelerde kafayı çekmiş insanlar salınarak geçmeye başlarlar, zaman zaman sarhoş naralarına, kanlı bıçaklı kavgalara, uyuşturucu satışına, fuhuş pazarlıklarına sahne olan cadde, sık sık polis ya da ambulans sirenleriyle yankılanır. Bazen gece yaşananlar gündüze de uzanır, artık bu türden olaylara alışkın olan esnaf, dudaklarında bir gülümsemeyle izler yaşananları. O gün, geceden sabaha sarkan olaylardan birine ben de tanık olmuştum.
... 

Beyoğlu, Taksim, Pera, ya da Cadde-i Kebir, Grand Rue de Pera, İstiklâl Caddesi... Ahmet ÜMİT'in bu kitabında fazlasıyla duyacağınız isimler bunlar. Hatta öyle ki olayların cereyan ettiğin yerlerin bu isimleri, tasvirleri ve tarihî açıklamalar, genellikle olayları kendisinden daha çok yer tutuyor kitapta. Kurgu da mümkün olduğunca Beyoğlu'nda tutlmaya çalışılmış. Romanın üç ana kahramanı doğma büyüme Peralı. Galatasaray Lisesi'nde öğrenim görmüş olan bu üç çok yakın arkadaşın hikayesi anlatılırken hep Beyoğlu'nda geçen bölümler üzerinde durulmuş. Örneğin romanın anlatıcısı olan ve bir İstanbul hayranı olarak tanıtılan Selim karakterinin evi boğaz manzaralı olmasına rağmen İstanbul'un o eşşiz güzelliği olan boğaz konusunda bile pek bir tasvire rastlanmıyor. Yani roman tam bir Beyoğlu aşığı ağzıyla yazılmış.

Romanın konusuna baktığımızda klasik polisiye romanların aksine cinayetlerin bahsi ve katilleri arama çabaları çok sonralara doğru başlıyor. Tabi işlerin şekillenmesi de baya bir gecikmiş. Burada, romanda anlatıcının da bahsettiği gibi, polisiye roman yazarının okuru, adeta oyun oynar gibi başka yerlere ve konulara yönlendirmesi de büyük rol oynuyor. Kitabın sonlarına geldiğimde, tam dolu dolu bir Beyoğlu tasvirinden öteye geçemeyen, yavan bir roman diyecekken, Ahmet ÜMİT öyle bir sonla bitiriyor ki, kapağı kapattıktan bir-iki saat sonra bile etkisinden kurtulamadım. Bu sonu okuduktan sonra, geriye doğru baktığımda da kitabın kurgusunun da başarılı olduğunu düşünüyorum.

Uzun lafın kısası, özellikle Taksim'i bilen ve İstiklâl'de zaman geçiren kişiler bu romanı okurken birçok tanıdık mekanı gözlerinde canlandırabilirmenin keyfini yaşarken, az da olsa Beyoğlu'nun tarihi ve bilinmeyen kuytu bölümleri hakkında da bilgi sahibi olacaklardır.

15 Ağustos 2010 Pazar

Yüzüncü Ad - "Baldassare'nin Yolculuğu"

Özgün adı: Le Périple de Baldassare 
Yazar: Amin Maalouf 
Alıntı: 
...
3 Nisan 1666, Cenova'da 
Beş ay boyunca, neredeyse her gün, yolculuğun olaylarını yazdım ve yazdıklarımın zerresi yok şimdi elimde. İlk defter, Konstantinopolis'te, Barinelli'nin evinde kaldı; ikincisi Sakız'daki manastırda. Şafakta odamda, mürekkebi kurusun diye son sayfası açık bırakmıştım. Akşamdan önce dönüp, o her şeyi belirleyecek günün olaylarını yazmaya söz vermiştim kendi kendime. Hiçbir zaman geri dönmedim.
Her şeyi belirleyecekti o gün. Heyhat! beklediğimden çok daha kesin bir biçimde ve umduğumdan çok başka bir yönde belirledi. Sevdiğim herkesten, yakınlarımdan ayrı düştüm; üstüne üstlük hastalandım. Tanrı'ya şükür, beni bir eliyle terkeden Talih, öbür eliyle yakaladı. Her şeyden yoksun kaldım, evet, ama annesinin kucağında, yeni doğmuş bir bebek gibiyim şimdi. Yeniden bulduğum annem. Toprak-annem. Kıyı-annem.
Cenova, anne-kentim benim!
... 


Amin Maalouf'un bu romanında 1666 yılına gidiyoruz. Yahudi mistisizmi olan Kabala inancına göre 1666 yılı "Canavar'ın Yılı"dır ve o dönemde birçok insan artık dünyanın sonunun geldiğine inanmaktadır. Romanın başkahramanı olan Baldassare Embriaco - Cübeyl'de yaşayan bir tüccar - körinanca karşı olduğundan Canavar'ın Yılı'na pek inanmaktadır. Çevresindeki insanlar olacaklar konusunda sürekli yeni işaretler bulurken Baldassare bunları gözardı etmektedir çünkü ona göre böyle durumlarda işaret bulmak için aramaya niyetli olmak yeterlidir. Dolaşan bir diğer dedikodu da tanrının, gizli olan, 100. Adı'nın açıklandığı bir kitabın var olduğu ve bu kitaptan bu adı öğrenen kişiye tanrının büyük bir güç lütfedeceğidir. Hiç beklemediği bir anda bu kitaba sahip olan ve yine aynı şekilde bir anda onu okuyamadan kaybeden Baldassare kitabın peşinde uzun ve bol serüvenli bir yolculuğa çıkar. İşte Amin Maalouf da bu yolcuğu, Baldassare'nin ağzından günlük şeklinde yazarak bizlere sunmuş.

Diğer Amin Maalouf romanlarında olduğu gibi, bu kitapta da yaşanmış tarihsel olayların arası dönemlerine uygun kurgularla doldurulmuş. Bu noktada da mekan tasvirinden çok dönem ve insan tasvirleri ön plana çıkmış. Günlük şeklinde yazma tekniğinde yazarın yarattığı harikalar sayesinde bir andan sonra kendinizi Baldassre'nin yerinde hissetmeye başlıyorsunuz. Onunla beraber 100. Ad kitabını arıyor ve yine onunla beraber körinanca lanet okuyan biri olarak yaptığınız bu yolculuğu sorguluyorsunuz. Tabi yolculuğa yön veren bir diğer unsuru da unutmamak gerek. Romanın bir diğer kahramanı olan Marta ile rol icabı başlayan beraberliklerinin tutkulu bir aşka dönüşmesini de kalbinizde hissediyorsunuz.

Romanda Canavar'ın Yılı dışında İzmir'deki Sabetay Sevi isyanından, dönemin Osmanlı yönetimindeki düzensizliklerden ve Londra'da meydana gelen büyük yangından da bahsediliyor. Bu tür tarihsel olaylar, özellikle de kitabı bitirmeden araştırıldığında romana ayrı bir güzellik katıyor. Samih Rıfat'ın Türkçe'ye çevirisi de gayet başarılı olmuş. Kitapta, sadece sonlara doğru, uzun bir deniz yolculuğunun anlatıldığı kısım, biraz da günlük şeklindeki yazımdan ötürü sıkıcı geldi. Ama onun dışında çok güzel bir roman.

Sonuç olarak, Baldassare Embriaco'nun, Cübeyl'den başlayıp, anavatanı olan Cenova'da son bulan bu müthiş yolcuğunu kesinlikle okumanızı tavsiye ederim.